
TÜRK MİLLİYETÇİSİ NEDEN SEKÜLER OLMALIDIR?
Milliyetçiler neden seküler olmalıdır sualine karşılık verebilmemiz için öncelikle millet ve milliyetçiliği, ikisi arasındaki korelasyonu, tanımı ve fonksiyonlarını etraflıca idrak etmemiz iktiza eder. Günümüzün küreselleşen dünyasının siyasal atmosferinde gerek küresel, gerek yerel zümrelerce bu kavramlar içleri boşaltılıp, tahrip edilmek istense de millet ve milliyetçilik olguları tarihsel sürecin son kertede bir realitesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlar modern dünyanın temellerinde varlıklarını sürdüren ve bu dünyanın ihtiyaçlarına binaen var olmuş mefhumlardır. Bu nedenlidir ki doğal sürecin ürettiği rasyonel çözümler kümesi olarak adlandırılabilirler
Her ne kadar birbirlerinden farklı, müstakil iki çatı olarak algılansa da millet ve milliyetçilik mefhumları; mütekabil bir vaziyet ile birbirlerinin varlıklarına müsebbip olma silsilesini istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir. Millet yapısının sağlıklı bir şekilde inşa edilebildiği bütün toplumlarda milliyetçiliğin ve milliyetçilerin farklı görünüm ve isimlendirilmeler ile sosyal ve siyasi arenalarda aktif olarak varlık gösterdiklerini görürüz. Milliyetçilik, milletleşme sürecinin en etkili katalizörüdür. Modern ve post modern dünyada varlıklarını idame ettirebilme konusunda muvaffak olmuş tüm ulusların inşa edilme süreçlerini incelediğimiz takdirde her birinin milliyet kökenli bir kimlik krizine maruz kaldığını görebiliriz. Bu krizler kimi zaman devrimler, kimi zaman savaşlar ile nihayet gösterse de doğru reçeteyi ekseriyetle milliyetçilik vermiştir. Modern dünyanın merkez devletlerinin tümünde milliyetçilik tecrübesi mevcuttur. Sahip oldukları niteliklerin ve refahın kaynağının milliyetçilik tabanlı politikalar olduğunu, bu politikaları terk etme eğilimi gösterdikleri andan itibaren düşüş yönünde ilerleyen ekonomik, politik, sosyal grafiklerinden anlayabiliriz.
Yazımızın giriş paragrafında millet ve milliyetçilik mefhumlarını doğal sürecin ortaya koyduğu rasyonel çözümler kümesi olarak tanımlamıştık. Peki, milliyetçiliği doğal ve rasyonel yapan unsur nedir? Bu soruyu cevaplandırabilmek için insanın yani Homo Sapiens’in doğasını ve psikolojisini incelememiz gerekmektedir. Takribi 200.000 – 300.000 yıllık sürecin yaklaşık son 100.000 yılında diğer rakiplerinin ve doğanın üzerinde mutlak tahakkümü kurmakta muvaffak olmuş Homo Sapiens, başarısını örgütlenebilme kabiliyetine borçludur. Diğer insan türleri arasından sıyrılabilmesine ve hatta onları yok edebilmesine sebep olan bu özellik esasen bir problemin pratik ve rasyonel çözümüdür. Doğada tek başına var olamayacak kadar güçsüz, zayıf ve korumasız olan Homo Sapiens, gözlemleri sonucunda kendisine benzeyenlere bu doğrultuda muhtaç olduğunu ve onlar ile bir çeşit işbirliği ve iş bölümü yapması gerektiğini anlamıştır. Beslenmenin, korunmanın, barınmanın ve üremenin yani kısaca tüm fizyolojik ihtiyaçların küçük gruplar halinde, beraberce karşılanmasının daha kolay olduğu ve daha fazla fayda sağladığının anlaşılması modern insanın atalarının komünal bir yaşam sürmeyi tercih etmesiyle sonuçlandı. Binlerce yıl boyunca süregelen bu farkındalığın bir ürünü olarak ortaya çıkan avcı-toplayıcı yaşam biçiminin kolektif zihin yapısı her ne kadar tarım devrimi ile ciddi değişimler yaşasa da insanın evrimsel psikolojisindeki önemli etkileri ile varlığı sürdürmeye devam etmektedir. İnsan, her daim kendisini içinde yaşadığı komünitenin bir parçası olarak görerek zihinsel dünyasında bir iç grup yarattı. Bu iç grubun haricinde kalan birey ve topluluklar ise dış grup olarak algılandı. Sadette insan, hayatı ve doğayı “Biz ve Onlar” olarak algılamayı sürdürdü. Bugün dahi bu algının modern topluma olan etkilerini hissetmekteyiz.
“Biz ve Onlar” düşüncesi, organize olmayı önemli ölçüde etkileyen ve kolaylaştıran bir yapıdır. Müşterek hedef ve çıkar doğrultusunda insanlar hızla ortak karar yaratıp, bu karar ile kolayca mobilize olabilmektedir. Bu mekanizma vesilesi ile ilk insanlar hayatlarını idame ve idare ettirmek, kendilerini dış tehditlere karşı korumak ve ortak fayda yaratmak için nüfusu yaklaşık 25 kişiden oluşan gruplar meydana getirmiştir Bu örgütlenmeler ortak bir çıkar ve faydaya hizmet etmek için yarattıkları kuralların yanında zamanla müşterek değerler, yargılar ve inançlar üretmişlerdir. Üretilen tüm bu olgular fiziki değil soyut yapısal özellikler gösterir. Tarih, antropoloji, etnografya, arkeoloji, sosyoloji gibi bilim dalları vasıtasıyla tespit edebildiğimiz bu soyut olgular komünite içerisindeki çatışmayı önleyerek ortak faydanın devamlılığının muhafaza edilmesini sağlamıştır. Tarım devrimi ile değişen ihtiyaçlara bulunan pratik ve teorik çözümler çerçevesinde mevzubahis gruplar büyüme imkânı bulmuş ve nüfusları binleri aşabilen, ekseriyetle yerleşik hayata geçmiş kabile benzeri toplulukları meydana getirmiştir. Bu iptidai toplulukların ürettiği kurallar ve yasaklar havuzu ilerleyen süreçte büyüme imkânı bulan ortalama nüfus sayılarının etkisiyle tek bir çatı-yapı altıda toplanarak daha da detaylanmıştır. Bugün anladığımız biçimi ile kültür, ilk emarelerini bir çatı altında yekpare bir şekilde algılanabilen bu kurallar-yasaklar-değerler-gelenekler kümeleri ile göstermiştir.
Kültür, yapısı gereği toplumlaşma sürecinin başat gereksinimlerinden biridir. Birbirlerini tanımayan iki kişinin ortak değerler ve yargılara riayet etmesi, ortak bir yapının varlığına ikna olması, benzer durumlara benzer karşılıklar vermesi kültürün birleştirici ve temerküz ettirici etkileriyle gözlemlenebilir. Bu sebeple kültür toplumsal bir hafızayı bakiyesinde bulundurur. Toplumsal hafıza, toplumların kimliklerinin temelini oluşturan yegâne yapıdır. Bu hafızası noksan veyahut tahrip edilmiş hiçbir sosyete mevcudiyetini sağlayamaz ve muhafaza edemez. Bu nedenlidir ki milletleşme sürecini tecrübe etmiş tüm toplumlar ihtiyari veyahut gayriihtiyarî bir şekilde toplumsal hafızanın dirilişine veya var oluşuna şahit olmuştur.
1789 yılı itibari ile Fransa’da vuku bulan Fransız Devrimi milliyetçiliğin temel taşlarını ören vakadır. Evvela Fransa’da başlayan ve devamında etkileri tüm Avrupa ve bağlantılı coğrafyalara yayılan devriminin en mühim tezahürü ise Milliyetçilik fikridir. Devrimi meydana getiren düşünsel altyapı ise üç sacayağına sahiptir “Laiklik&Sekülerlik, Hürriyetçilik ve Milliyetçilik”. Fransız Devrimi’nin sloganı haline gelmiş Liberté, égalité, fraternité mottosunu irdelediğimiz takdirde bahsedilen “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” in var edilen veya var edilmek istenen ulusal bir yapıya atıf olduğunu aşikâr bir biçimde anlayabiliriz. Devrim’in birincil motivasyonu milliyetçilik kökenli reaksiyonlardı. Bu nedenlidir ki Devrim’in, Fransa hudutları dışarısında en yoğun varlık gösteren etkisi Milliyetçilik olmuştur. Milliyetçilik doğuşu ve yapısı gereği reaksiyoner bir mefkûredir. Özünde büyük ve net bir mesaj vardır. Bu mesajın topluma ilettiği düşünce ise hür ve eşit olma arzusudur. Çünkü toplum ne kadar eşit ve hür ise topyekûn bir refaha ulaşabilmesi o derece mümkün olur. Bu eşitlik ve hürlük Marksist felsefe ile sosyalizmin eşitlik ve özgürlük iddialarından farklı bir noktaya temas eder. Marksist felsefe toplumu sınıf çatışması üzerinden algılar ve eşitliğin ancak bu çatışmanın ortadan kaldırılması ile mümkün olabileceğini savunur. Bu müdahalenin ise yalnızca sermaye sahiplerinin üzerinde işçi sınıfı tarafında kurulacak mutlak bir tahakkümün varlığı ile sağlanabileceğini iddia eder. Lakin milliyetçilik toplum içerisindeki sınıfları kabul etse dahi eşitsizliğin ortak fayda maksimizasyonu ile sağlanacağını öngörür. Mevcut sosyeteyi bir bütün olarak algılar. İşçi sınıfı da, sermaye sahibi de aynı toplumun bir parçasıdır. Toplumsal fayda her sınıf için maksimize edilmiş bir şekilde ortaya konulmalıdır. Her ekonomik ve sosyolojik katmandan bireyin toplumun işleyişinde belirli misyonu vardır. Bu vazifeler birbirlerine denk ehemmiyettedir. Milliyetçi için fabrikanın işçisi ile o fabrikanın sahibi toplumsal, kültürel ve hukuki, ahlaki anlamda eşit öneme sahip olmalıdır. Çünkü her iki grup da aynı kültürün çatısı altında bir araya gelen bir topluluğun parçasıdır. Toplumlar yalnızca proletarya ve burjuva gibi iki ayrı cemaatten mürekkep değildir. Toplum, birbirinden farklı dinamikler ile işleyen çok sayıda grubun müşterek bir hafıza ve birikimin çevresinde bir araya gelmesi ile oluşmaktadır. Toplumu yalnızca sermaye sahibi ve emek sahibi olarak algılamak müthiş bir yanılgıdır. Toplumu meydana getiren her nevi cemiyetin faydası doğru politikalar ile optimal ve eşit oranda maksimize edilmelidir. Milliyetçilik, halkın emeğinin sömürüsüne de, mülkünün gaspına da karşı durmalıdır ki toplum yekpareliğini koruyabilsin. Ekonomik katmanlar arasındaki hudutlar olabildiğince saydamlaştırılmalıdır ki süreç içerisinde mevzubahis bu sınırlar, oluşabilme ihtimali olan kast sistemi benzeri aristokrat, feodal yapıların geçilmez kale duvarları haline gelmesin. Bu ahval cereyan ettiği takdirde toplum var olma süreci boyunca ürettiği ortak değerlerden uzaklaşarak parçalanma eğilimi gösterir. Modern dünyada ekonomik olarak katmanlaşan bir toplum, kültürel olarak da mutlaka ayrışma eğilimi gösterir. Bu ayrışmanın nihayetinde ise birbirinden bağımsız, müstakil kimlikler var edilir.
Milliyetçilik, politik pusulanın sağ tarafında konumlandırılmaktadır. Bu konum günümüz milliyetçilerini belli başlı düşünsel ve davranışsal kalıplara sokmaktadır. Bu kalıplar derhal yıkılmalıdır. Milliyetçilik, yukarıda bahsettiğim üzere toplumdaki her bir bireyin ekonomik, sosyolojik lokasyonu fark etmeksizin faydasını gözetmektir. Milliyetçiliğin içsel motivasyonu hür olma ve eşit olma halidir. Yalnız bir sınıfın faydasının çeşitli sebepler ile önceliklendirildiği yönetim biçimleri istikrar ve mevcudiyetlerini baki kılamazlar. Çünkü bu önceliklendirme, toplumsal çatışmayı önlemekten ziyade daha kızıştırmaktadır. Sosyalizmi tecrübe eden bütün milletlerde izleri silinemeyecek toplumsal yozlaşmalar meydana gelmiştir. Bugün dahi Doğu Bloğu’na dâhil olmuş ülkeler, köklü sosyolojik ve ekonomik problemlerle hemhal olmaktadır. Madalyonun diğer bir yüzü olan Kapitalist toplumlarda da benzer sonuçlar gözlemlenebilmektedir. Kapitalizmin yarattığı vahşi eliminasyon sistemi toplumun temellerinde ciddi çatlaklar oluşturmaktadır. Bu çatlaklar her ne kadar göz ardı edilemeyecek kadar derin olsa da Kapitalizm’in itina ile pazarladığı sınıf atlama projesi bir ölçüde toplumun dinamiklerinin kendi içine çökmesini ve sosyetenin parçalanmasını önlemektedir. Kapitalizm mutlak doğru çözüm değildir. Çünkü milliyetçiliğin eşit olma güdüsüne önemli ketler vurmaktadır. Kapitalizm, milliyetçiler için ancak ehvenişer olarak algılanabilir. Kendini milliyetçi olarak tanımlayan kişi radikal bir sermayedar tarafgirliği ve işçi-emekçi-köylü karşıtlığı yapmamalı veya tam tersi yönde davranışlar sergilememelidir. Bu davranış bir tezat meydana getirmektedir. Bu tezat ise mutlak bir düşünsel yozlaşmaya müsebbiptir. Bir milliyetçi içerisinde yaşadığı toplumu algılarken ekonomik değil siyasi ve kültürel yapıyı referans almalıdır
Peki, Fransız Devrimi ile temel taşları oturtulan modern milliyetçiliğin halka ilettiği mesajın alameti farikası ne olmuştur ki 19.yüzyılda ve 20.yüzyılda bu denli geniş etkiye sahip oldu? Milliyetçiliğin mesajı kesin ve pratiktir. Bu nedenle kriz anlarında en etkili görüş olarak işlev görür. Milliyetçilik rasyonel ve reaksiyoner bir akımdır. Fransız Devrimi ile doğan milliyetçilik akımı toplumun her bir bireyinin hür oluğunu, hukuki ve ahlaki olarak eşit olduğunu, toplumsal fayda havuzunda her kesimim adil ve eşit hakka sahip olduğunu söylemektedir. Halka hasatının, malının, mülkiyetinin, emeğinin, sermayesinin, hür ve refah bir surette yaşama hakkının malikinin ve mutasarrıfının yalnızca kendisi olduğunu ve bu hakkı muhafaza etmesinin yegâne yolunun toplumun geri kalanının da hakkının savunulmasından geçtiğini söylemiştir. Millet mefhumunu var eden düşünsel yaklaşım ise bu fikirdir. Avrupa’nın köhneleşmiş feodal ve aristokratik sistemi artık tıkanmış ve toplumun değişen ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Milliyetçilik tek başına bu krizi ortadan kaldıracak bir siyasal sistem kurmamıştır. Lakin ortaya konan ve mevcut statükonun birincil tehdidi olarak inşa edilen sistemin temeli ve iskeleti olan modern ulus mefhumunu üretmiştir. Bina edilen Milliyetçilik mefkûresi toplumları hızlı bir şekilde harekete geçirme meziyetine sahiptir. Avrupa ve bağlantılı tüm coğrafyalara yayılabilme kapasitesindeki bu düşünce, meydana gelecek değişimlerin baş rolünde olacaktır. Aristokratik Avrupa’nın 19.yüzyılın başlarından itibaren süratle sürüklendiği siyasi ve sosyolojik krizin ortadan kaldırılması ancak 20.yüzyıldın ilk çeyreğinde mümkün olmuştur.
Statükonun ve konjonktürün değişimleri elbette ki kendisini Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da hissettirdi. İmparatorluk, hakimiyeti altında geniş bir coğrafyada yaşayan ve çok kültürlü yapıdan oluşan tebaasını Millet Sistemi ile dini ayrımlarla idare etmiştir. Toplum Müslümanlar ve Gayrimüslimler olarak iki hukuki başlığa ayrılmıştır. Yerel idareler Payitaht tarafından atanan derebeyiler veyahut yerel beyler ile sağlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar tarihi boyunca merkezi yönetim eğilimli politikalar gütse de 18.yüzyıldan itibaren hukuki ve idari alanlardaki çok başlılık ile birlikte gelen bir zafiyet göstermeye başlamıştır. Bu zafiyetin birincil nedeni zayıflayan ekonomi ve askeriyeye müteakiben savaş meydanlarında alınan peş peşe mağlubiyetlerdir. Sultan II. Mahmut ile başlayan inkılâplar ile merkezi idarenin zayıflayan tesirini yeniden güçlendirmeye yönelik adımlar atılsa da bu politikalar ulaşılmak istenen sonuçları tam anlamıyla verememiştir. Zayıflayan merkezi idarenin mevcudiyeti Fransız Devrimi’nin yarattığı milliyetçilik akımının rüzgârları ile daha da hasar almıştır. Milliyetçilik, yıkımını en fazla imparatorluk rejimlerinin üzerinde göstermiştir. Özellikle Balkanlar’da cereyan eden bağımsızlık hareketleri siyasi ve sosyolojik arenada köklü değişimler yaratmıştır. Payitaht, yüzyıllar boyunca sürdürdüğü ve artık politik bir kimlik haline gelen “Devlet-i Aliyye” haletiruhiyesinden sıyrılmış, inkılâpların ve değişimin zaruriyetinin farkına varmıştır. Bu değişim hareketi askeriyeye ve tedrisata da tesir etmiştir. Yukarıda bahsettiğim üzere milliyetçilik reaksiyoner bir düşünsel akımdır. Aksiyonun namevcutluğu reaksiyonun ihtimalini ortadan kaldırır. Özellikle Balkan milletleri arasında yüksek sesle ifade edilen bağımsızlık iddiaları, İmparatorluk’un hâkim milleti olma mahiyetindeki Türkler arasında da tâbii bir karşıt ses meydana getirdi. Osmanlı mütefekkirleri Osmanlı’nın istikbalinin vahametini idrak etmiş ve pare pare dağılarak çöküş istikametinde ilerleyen devleti nasıl tekrardan bir araya getirebileceklerini, nasıl tekrardan ihya edebileceklerini düşünmüşlerdir. Bu düşünmelerin nihayetinde 5 ana reçete ortaya konmuştur; Osmanlıcık, Ümmetçilik, Batıcılık, Türkçülük ve Turancılık. Osmanlıcılık ve Ümmetçiliğin doğru reçete olmadığının anlaşılması uzun sürmemiştir. Bu iki akım Müslüman tebaayı bile mobilize edememiş, kitleleri ikna edememiştir. Başta Arap coğrafyası olmak üzere Müslüman milletler devletin güttüğü Osmanlıcı ve Ümmetçi politikalara riayet etmemiştir. Bu realite karşısında tek geçer yol olarak Türkçülük ayakta kalmıştır. Kâğıt üzerinde hâkim millet olmasına rağmen yüzyıllar boyunca Anadolu’nun ücra köşelerinde harap ve bitap halde kaderine terk edilen Anadolu Türkü’nün memleketin içinde bulunduğu vahametin çıkış yolu olduğu anlaşılmıştır. Türkçülüğün ilk hareleri mekteplerde duyulmuştur. Avrupa’dan gelen yayınlar ile gelişen düşünsel akımlardan haberdar olan Türk jönleri, memleketin ahvalini analiz etmiş ve ilerde Türk Milliyetçiliği’nin farklı fraksiyonlarının tohumları haline gelecek yorumları ortaya koymuşlardır. Milliyetçilik farklı cenahlar tarafından farklı biçimlerle algılansa da müşterek bir nokta aşikar olmuştur. Her nevi yorumda Hürriyetçiliğin önemli bir olgu olduğunu görmekteyiz. Mektepler içerisindeki bu Türk jönleri kısa bir sürede örgütlenecek ve Türk Milliyetçiliği’nin doktrinizasyon süreci başlayacaktır. Bu örgütlerin ilerleyen süreçte en öne çıkanı ve hatta meşrutiyeti tekrardan ilan ettirecek kadroları bünyesinde barındıran cemiyet ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Türk Milliyetçiliği’nin ürettiği bu kadrolar ve mütefekkirleri başlı başına müstakil bir araştırma konusu olmakla birlikte ilerideki yazılarımızda daha teferruatlı bir suretle inceleyeceğiz.
Görüldüğü üzere Türk Milliyetçiliği ilk filizlerini dönemin toplumunun en eğitimli ve şehirli zümrelerinde yeşillendirmiştir. Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye gibi okullar ve başta Selanik olmak üzere İstanbul ve Manastır gibi gelişmiş metropolitanlarda kendisine taraftar toplayan Türk Milliyetçiliği, doktrinizasyon sürecini şehirli ve eğitimli camianın dünyanı algılama biçimini referans alarak başlatmıştır. Cumhuriyeti kuran kadrolar ekseriyeti Selanik olmak üzere çok kültürlü, gelişmiş şehirlerden ve memleketin en modern müfredatına sahip Askeri İdadi ve Harp Okullarından çıkmıştır. Bu kurumları diğer geleneksel tedrisat kurumlarından ayıran ve onları daha muasır yapan unsur ise Seküler tedrisat müfredatıdır. Pozitif ve Hümaniter Bilimler çerçevesinden verilen bu eğitim Cumhuriyet’i kuran kadroların da dâhil olduğu neslin yetişmesindeki en önemli etkendir. Bu nesil tabiatı anlayabilmiş ve toplumu rasyonalite ve realitenin sınırları içerisinde tasavvur etme hususunda muvaffak olmuştur. Aklın ve mantığın ehemmiyetini idrak edebilmiş, düşünsel dünyalarında mitosun etkilerini minimalize edebilmişlerdir. Bu ahval pek tabii Türk Milleti’nin talihidir. Türk Ulusu, istiklalini ve istikbalini harbin yarattığı çetin şartlar içerisinde serpilmiş o gençlerin bu denli nitelikli bir tedrisattan geçmiş olması vesilesi ile muhafaza edebilmiştir. Bu kadroların yarattığı münevverlerin süreç içerisinde en öne çıkanı ve muvaffak olanı ise Mustafa Kemal’dir. Sabi diyebileceğimiz yaşlardan itibaren zihin dünyasını seküler yargılar üzerinden bina etmiştir. Mustafa Kemal, Sekülerizm’in beraberinde getirdiği rasyonalizmi inşa ettiği fikir hayatının en mühim köşesine konumlandırmıştır. Mustafa Kemal’i Hazreti Mustafa Kemal Atatürk yapan, onu sıra ve cephe arkadaşlarından ayıran ve en nihayetinde Türk Milliyetçiliğinin son başbuğu mahiyetine getiren husus da tam olarak budur. Türk Milleti’ni saplandığı karanlıktan çıkmasının ve yeniden hak ettiği konuma gelerek tarihin muzaffer milletlerinden biri haline gelmesinin yegâne yolunun çağdaş, muasır medeniyetin gerektirdiği fikriyat ile sağlanabileceğinin farkında idi. Türk Milleti ancak modern dünyanın kanunlarını benimsediği takdirde muzaffer ve müreffeh olabilir. Halaskar Gazi’nin tasavvur ettiği dünyada Türk Milleti, yalnızca Anadolu’da ve Balkanlar’da yaşayan ve tek kimliği Müslümanlık olan bir ahali olarak kalamazdı. Savaşlardan ve yoksulluktan bitap düştüğü bu ahval Türk’e reva değildi. Türk Milleti, modern dünyanın önde gelen akvamlarımdan biri olması için evvela millet ve ulus olmalıdır. Hâlihazırdaki ahval bu ideallerin tam tersi yönde bir tablo sergilemekte idi. Hazreti Mustafa Kemal Atatürk pek tabii bu realitenin farkındaydı. Kurulan cumhuriyet, mevcudiyetini yalnızca milletleşme sürecini tamamlamış bir modern bir ulus ile koruyabilirdi. Meydanda hâlihazırda tarihi, kültürü, dili, dini müşterek bir halk vardı. Lakin milletleşme süreci imparatorluğun etkileri ile sekteye uğramış ve hatta silinmişti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun pek değerli eseri olan Yaban’da aktarılan şu pasaj durumun vahametini bize oldukça başarılı bir şekilde aktarmaktadır;
+Biliyorum Beyim, sen de onlardansın emme.
-Onlar kim?
+Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…
– İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?
+Biz Türk değiliz ki Beyim.
-Ya nesiniz?
+Biz İslâm’ız, Elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar
Gazi Paşa’nın hayata geçirdiği inkılâpların tümü esasen bu gayeye hizmet etmektedir. Cumhuriyet’in misyonu ve vizyonu modern, seküler kaideler ile milli bir kimlik yaratmak ve son kerteden bu milli kimlik ile bir millet, ulus inşa etmektir. Atatürk’ün bu gayesinin doktrinize edilmiş hali ise Kemalizm’dir. Bu nedenle Kemalizm, Türk Milliyetçiliğin nihai ve mutlak neticesidir. Takribi 200 yıllık bir tecrübe ve bilgi birikimi ile suret kazanan Türk Milliyetçiliği doktrinizasyonunu Kemalizm ile tamamlamıştır ve Kemalizm’i tam teşekküllü aksiyonel bir araç olarak üretmiştir. Bu tamamlanış tabi ki Kemalizm’in bir din haline gelmesi manasına gelmemektedir. Kemalizm’in bugün dahi geçerli olmasını sağlayan husus temellerinde saklıdır. O temel ise seküler düşüncenin bir ürünü olan rasyonalizmindir. Türk Milliyetçiliği doğuşundan itibaren Türk Entelijansiyası tarafından biçimlendirilmiştir. Bu nedenlidir ki Türk Siyaset ve Düşün Dünyası’nın en ayakları yere basan mefkûresidir. Mevcut sorunlar insan orijinli yani dünyevidir ve ortaya konulan çözümlerin de dünyevi olması zaruridir. Aklın, mantığın ve tabiatın hudutlarını ihlal eden herhangi bir görüş Türk Milliyetçiliği’nin bir parçası olamaz, olmamalıdır.
Türk Milliyetçiliği’ne alternatif olarak sunulan ideolojileri incelediğimiz takdirde bir gerçek çok aşikâr bir haldedir. Sosyalizm, Küreselcilik ve Mukaddesatçılık- İslamcılık’ın ortak noktası bir ütopyaya tabi olmalarıdır. Yaratılmak istenen bu ütopya her daim mantık ve akıldan azade bir yerde konumlanmaktadır. Günün şartlarını ve bu şartların nedenlerini sağlıklı bir şekilde analiz edemezler. Bu sebeptendir ki bu görüşler doğrultusunda alınan tüm aksiyonlar başarısız olmaya mahkûmdur. Yarattıkları fiktif alem bu akımları adeta bir mitos, bir din haline getirmektedir. Sekülerizm yaygın kanının aksine dünyevileşmenin bir ürünü olarak dinsizleşme değildir. Seküler kişi her türlü yanlışlanamaz fikir ile arasına mesafe koyan kişidir. Dünyayı mantık ve bilim çizgileri üzeriden sebep-sonuç yargıları ile ürettiği yorum ve çözümler ile algılar. Din yapısı gereği mitos bir olgu olduğundan dolayı seküler çizgilerin dışında kalmaktadır. Bu hariç olma durumundan kaynaklı olarak seküler bir temel üzerine inşa edilen Türk Milliyetçiliği’nin öncelikli kaygılarından biri değildir. Lakin bu durum teist bir Türk Milliyetçisi olmanın önünde bir engel de değildir. İslamcıların iddialarının aksine uhreviyat kişisel bir olgu olduğu müddetçe kıymetini muhafaza eder. İnanmak ve inancı ideoloji haline getirmek başlı başına iki farklı başlıktır. Türk Milliyetçisi aynı anda inancını yaşarken karşılaştığı sorunlara seküler çözümler ve yorumlar getirebilir. Bu iki başlığı birbirinin zıttı haline getirmek veya birbirine karıştırarak sentez oluşturmak muhteşem bir yanılgıdır. Din sosyeteyi şekillendiren ve oluşturan başat faktör olan kültürün bir parçasıdır. Lakin kültürü meydana getiren yegâne yapı değildir. Çünkü kültür bir milletin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren biriktirilen bir toplumsal hafızanın ürünüdür. Toplumların tarihsel süreç içerisinde defalarca din değiştirdiği bilinen bir realitedir. Bu değişimler kültürü yok eden veya yeniden inşa eden bir etkiye sahip değildir. Sadette Ortodoks bir Gagavuz Türkü ile ve Sünni Anadolu Türkü aynı kültür iskeletinin bakiyeleridir. Bu çatı yalnızca seküler bir milliyetçilik yorumu ile sağlanabilir. Sentezciliğin yarattığı ayrışmalar milli kimliğe verilebilecek en büyük hasarlardır. Bir toplumun dini kıstaslar ile şekillendirildiği senaryolarda toplumsal hafıza ve milli kimlik mevcudiyetini muhafaza edemez. Bu tarz toplumlar kimlik krizi yaratmaya meyilli dinamiklere sahiptir. Tarihsel süreçte ve hatta günümüzde dahi bu savımın delillerini görebilmemiz mümkündür.
Türk Milliyetçisi olmak için dünyayı, insanı, toplumu ve doğayı tanımak ve algılamak zaruridir. Bilimsel yöntemler esas alındığı sürece milliyetçilik makul bir zemine oturabilir. Seküler kaideler içermeyen tüm milliyetçilik yorumları ve milliyetçilik haricinde kalan görüşler derin içsel tezatlara sahiptir. Rasyonel bir temele oturmadıklarından kaynaklı, teorisi ne kadar kapsamlı olursa olsun, pratikte reel siyaset karşısında mağlup olmaya mahkûmdur. Türk Milliyetçiliği, Türk milleti tarafından modern dünyada karşılaşılan modern sorunlara çözüm olması için inşa edilmiş bir mefkûredir. Teorisi defaatle pratiğe dökülmüştür. Girdiği her imtihandan muvaffak bir şekilde ayrılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş evresinde, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında, Cumhuriyet’in yaşadığı başkalaşımlarda ve hatta günümüz siyasetinde dahi mutlak çözüm paradigmasıdır. Bu meziyet yalnızca orijinal Kemalizm’in pratikleri ile korunabilir. Atatürk’ün yani Kemalizm’in çizdiği istikametten uzaklaşan her nevi Türk Milliyetçiliği ve ideoloji bugün olmasa bile yarın siyasi arenanın tarihsel çöplüğüne gömülecektir.
KEMAL ÜLKER KOZANA